Her insan büyür ve gelişir
Kendi boşluğunda uçar
Kimi körler diyarında göz
Kimi bir sessizlikte kulak
Kimi düz yolda yürür
Kime kaybolur yol kavşağında
(Bir sokak çocuğunun şiiri)
Kral TV ile büyümüş, “Atari salonları”nda oynamış, “Tetris”i elinden düşürmemiş yeni kuşak tanımaz onu. O’nu bilse bile yaşı otuzun üzerinde olanlar bilir… Az buçuk kalmışsa eğer; iyilik duygumuz, namusumuz, dürüstlüğümüz, merhametimiz, onun kitaplarını okuduğumuz içindir belki de…
O’nun kahramanları; sırtında taşıdığı küfesiyle evine ekmek götüren çocuklardır. Köprü altında yaşayan terkedilmişlerdir. Parası olmadığından soğuk bir ev veya köprü altında can veren, ekmek parası için erken yaşlarda çalışmaya başlayan, kayırılmamış, kollanmamış, hep ezilmiş olanlardır. Bazen de “kaderin kötü yazgısını” sonunda değiştirip rahata eren bir öksüzdür. Hiç kötülük düşünmez onlar.. “iyiliğin hep kazanacağına” inanırlar…
Yanılmadınız; Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından sözediyorum.
Tuğcu, Hakk’a yürüdü ama anlattığı kahramanlar hala yaşıyorlar…
Onlar yaşıyor… Ulus’ta, Kızılay’da, Bakanlıklar’da… Ama hep aramızda! İsmetpaşa’da, Hıdırlıktepe’pede, küf ve nem kokan bekarhanelerde… Sevgiyi özlemiş, ilgiye muhtaç, rahat bir evin özlemi içinde, sıcak bir banyo düşleyerek yaşıyorlar. “Soğuktan uykularımız bölünmesin”, “bezde okumak istiyoruz”, “bizde diğer çocuklar gibi oyun oynamak istiyoruz” diyerek yaşıyorlar…
Kemalettin Tuğcu’nun, aramızda yaşayan kahramanlarından biri; adının hiç önemi yok. Haline bakılırsa usanmış herşeyrden… Çocuk vücudu, acımasız yaşamın ağırlığı altında ezilmiş, direnci kırılmış.
Sohbeti utangaç, bu belki de biraz da insanlara olan güvenini yitirmesinden; kim bilir? Ankara’nın bir köyünden gelmiş. Yoksul mu yoksul… Gençler bir yorgan bir döşekle “büyük şehire” göç etmişler de onların peşinden sürüklenmiş buralara. “Bizim köyün bir geleneği var; ilkokulu bitiren çocuk hemen Ankara’ya yollanır” dese de, geldiğine pişman.
Ankara’nın orta yeri Kızılay… Başkent’in zengin yüzü… Ayağı kara lastikli, dizleri yamalı insanların hor görüldüğü yer… “Abi” diyor, “İlk Kızılay’ı gördüm burada da şaştım.” “Her yanı ışıl ışıldı. Bizim köyden bile büyük valla” dese de aslında hiç beğenmemiş Ankara’yı. “Biraz para kazanıp” köyüne geri dönmek, “malların peşinden koşmak” bir de derenin kenarında oturup kaval çalmak istiyor.
Burada poşet ve vendil satarak yaşamını kazanmaya çalışıyor. Günlük kazancı 1.5 – 2 milyon lira civarında. “Kazandığımın hepsi bana kalsa iyi”diyor hüzün dolu gözlerle. Amcasının oğlu, N. ile birlikte kaldıkları bekar evine 20 milyon lira ödemek zorunda olduğunu söylüyor. Kalanı ise yemeye ve köydeki ailesine… “Kendine hiç para ayırmıyor musu?” sorusunu ise, “Arada sırada 5 milyon lira ayırıyorum” diye yanıtlıyor. Bu para ile de dondurma aldığını ve lunaparka girebilirse çarpışan otoya bindiğini ifade ediyor.
Arkadaşları arasında iyi top oynadığını söylüyorlürmış. Ern büyük hayalinin, “bir gün ünlü bir futbolcu” olmak olduğunu öğrendiğimde, bu hayalin en az köye dönmek kadar önemli olduğunu anlıyorum, çocuk kalmış yanıyla.
Başını yastığa koyduğunda, o hayallerin sıcaklığı ile ısındığını anlıyorum buz gibi “bekarhane”sinde de elimden bir şey gelmiyor yazmak dışında. Bugünkü yokluğunun dayanılmaz acısına belli ki o hayallerin gücüyle dayanıyor…
*** ***
Sokaklarda kurt kanunu geçerli. Sokaklar acımasız. Güçlü olan kazınır, zayıf olanın şansı yok. Kitaplarda yazılı olanı okuyarak değil, yaşayarak öğrenmiş her halinden belli. Hatta yazılanlardan daha fazlasını. Hem de bu küçük yaşında.
Çok şey gördü, çok şey öğrendi sokaktan. Gücün birlikten doğacağını, “darda kalana yardım etmeyi, ihtiyacı olana para toplamayı ve delikanlığı” sokaklardan öğrendi. Kendine bir yaşam biçimi oldu. Geceleri sokağa çıkıyor, Ulus’ta değnekçilik yapıyor. Başkent’in karanlık yüzünü belki de en iyi o biliyor. Üçüncü sınıf gece kulüplerinde yaşanan dramları, ihaneti, kötülüğü, horlanmayı, aşağılanmayı… Hepsini biliyor da kendinde sakladığı bir iyi yanı var; yardımlaşma duygusunu yitirmemiş.
Sokakta çalışan hemşehrilerinin hamisi biraz da. Başı sıkışan ona gidiyor, derdine çözüm arıyor. Kendi köyünden gelen, sağa sola savrulmuş “çocuk emekçiler”in koruyucusu. Onların lideri… Ulus’ta onlara “Kara Cellat ekibi” denirmiş. Sahip olduğu, koruduğu çocuklara göre onun gelişi daha eski. Ailesiyle birlikte 5 – 6 yıl önce gelmiş Ankara’ya. Sebebini kestirmek zor değil; yoksulluk.
Geldiklerinde bir gecekondu kiralamışlar, önce aynı sofraya kaşık sallamışlar, yağı az çorbaya, pilava. Hem mutluluk, nhem hüzün paylaşılmış. Yalnız büyükyeri değil, kendilerine yani çocuklara da çalışmak düşmüş.
Önce “Atari salonlarına takılmış”, ardından değnekçilik yapmaya başlamış. Ailesiyle yollarını ayırdığında daha 12 yaşında imiş. Öyle kopmuş ki onlardan “Ne kadar kira ödediklerini bile bilmiyorum” diyor. Sonra da kendine yeni bir aile oluşturmuş. Kendi gibi sokakta yaşayan, sokakta çalışan çocuklar… Ardında da “bu ailenin başına” geçmiş.
“Yardıma ihtiyacı olana yardım ederiz, hastalanan varsa hep birlikte ilaç parası buluruz. Kavgadan kaçmayız ha… Bir ıslık çaldım mıydı, herkes toplanır” diyor ve hemen güçlü bir ıslık çalıyor. Bir anda dört çocuk birden yanımızda bitiyor.
Öğle yemeklerini yediği Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Gençlik Merkezi”ned çocukların düzeni ondan soruluyor.
Çilekeş olduğunu kimseye söyle(ye)miyor ama, duvarlara yazdığı yazılardan çektikleri bir nebze olsun anlaşılıyor. Başlatılmamış birn isyanı yaşıyor ama Yılmaz Güney’e hayranlığı da “yaşanmış isyanların hatırına.”
“Biz Yılmaz Güney gibi olamayız”derken umutsuzluğa değil de gerçeklere gönderme yapıyor. “Hiç olamayacak bir hayalin peşinden niye koşalım” Sanırım hayallerindeki mütevazılığı da oradan kaynaklanıyor. BMW alamayacağını bildiğinden, usulcacık” Murat 131” diyor…
Sokaklar ona gerçekçi olmayı öğretmiş. Delikanlığı ve gençliği ile şimdilik yenilmez… Kendini ise Mahsun Kırmızıgül’ün “Yıkılmadım ayaktayım” adlı parçasında buluyor.
*** ***
Annesi ile babasının kendisi kaç yaşındayken ayrıldığını bilmiyor. “Babam ‘Annen öldü’ dediğinde günlerce ağmaşıtım da üvey annem beni çok kötü dövmüştü” diyor. Tek hatırladığı beyaz önlüklü birilerinin bağırıp çağıran birini evden üzeri ışıklı bir arabaya bindirip götürdüğü. “Annemden kalan tek hatıra bu” diyor gözleri dolarak.
O da diğerleri gibi sokakta yaşıyor. Çünkü üvey anne dayağına katlanamamış artık. “Hergün dayak, hergün dayak… Ne yapsam suç. Ben de bir gün bastım küfürü, çarptım kapıyı çıktım evden” diyen sokak çocuğu, diğer arkadaşlarıyla daha mutlu olduğunu söylüyor. Babasını ara sıra sokakta gördüğünü ve hemen oradan uzaklaştığını söylüyor da yine de bir aile ortamı özlediği hissediliyor.
“Önceleri çekirdek satıyordum. Baktım az para getiriyor, ben de boyacılğa başladım” diyor. “Boya sandığını nasıl aldın” sorusunu ise “Çaldım” diye yanıtlıyor. Para kazanıyormuş ama yetmiyormuş. Bu nedenle ara sıra saf bulduklarını tırtıklıyor”muş… “Hırsızlıkta mı yapıyorsun” sorumu, “Herşeyi çalmam” diye yanıtladığında şaşırıyorum. Ve anlatmaya başlıyor:
“Ayakkabıya ihtiyacım olduğu zaman çalarım. Öyle çok pahalı ayakkabılar değil ama… Ulus’ta satılan ucuz ayakkabılardan alırım. İhtiyacım olmasa çalmam abi. Buna inan. Herşeyi çalarım ama birtek ekmeği çalmam. O nimettir çünkü. Ekmek alın teriyle alınmalıdır. Ben buna inanıyorum.”
Elbiseye ihtiyacın olduğu zaman ne yapıyorsun diye sorduğumda, “Gençlik Parkı’nın havuzunda bir sürü enayi yüzüyor. Onların elbiselerini alıp kaçıyorum. Üzerime olanları ben giyiyorum, olmayanları da arkadaşlarıma dağıtıyorum” diyor.Mekanı, Gazi Lisesi’nin arkasında bulunan hamam harabeleri… Orada ateş yakıp, yatıyormuş. “Kışın üşümüyor mu bu çocuk” diyorum içimden, anlamış gibi yanıtını hemen veriyor: “Abi, kışın kartonları altıma seriyorum, üstüme de bir karton ve bulduğum eski elbiseleri atıyorum. Fırın gibi oluyor valla.”
Kendi boşluğunda uçar
Kimi körler diyarında göz
Kimi bir sessizlikte kulak
Kimi düz yolda yürür
Kime kaybolur yol kavşağında
(Bir sokak çocuğunun şiiri)
Kral TV ile büyümüş, “Atari salonları”nda oynamış, “Tetris”i elinden düşürmemiş yeni kuşak tanımaz onu. O’nu bilse bile yaşı otuzun üzerinde olanlar bilir… Az buçuk kalmışsa eğer; iyilik duygumuz, namusumuz, dürüstlüğümüz, merhametimiz, onun kitaplarını okuduğumuz içindir belki de…
O’nun kahramanları; sırtında taşıdığı küfesiyle evine ekmek götüren çocuklardır. Köprü altında yaşayan terkedilmişlerdir. Parası olmadığından soğuk bir ev veya köprü altında can veren, ekmek parası için erken yaşlarda çalışmaya başlayan, kayırılmamış, kollanmamış, hep ezilmiş olanlardır. Bazen de “kaderin kötü yazgısını” sonunda değiştirip rahata eren bir öksüzdür. Hiç kötülük düşünmez onlar.. “iyiliğin hep kazanacağına” inanırlar…
Yanılmadınız; Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından sözediyorum.
Tuğcu, Hakk’a yürüdü ama anlattığı kahramanlar hala yaşıyorlar…
Onlar yaşıyor… Ulus’ta, Kızılay’da, Bakanlıklar’da… Ama hep aramızda! İsmetpaşa’da, Hıdırlıktepe’pede, küf ve nem kokan bekarhanelerde… Sevgiyi özlemiş, ilgiye muhtaç, rahat bir evin özlemi içinde, sıcak bir banyo düşleyerek yaşıyorlar. “Soğuktan uykularımız bölünmesin”, “bezde okumak istiyoruz”, “bizde diğer çocuklar gibi oyun oynamak istiyoruz” diyerek yaşıyorlar…
Kemalettin Tuğcu’nun, aramızda yaşayan kahramanlarından biri; adının hiç önemi yok. Haline bakılırsa usanmış herşeyrden… Çocuk vücudu, acımasız yaşamın ağırlığı altında ezilmiş, direnci kırılmış.
Sohbeti utangaç, bu belki de biraz da insanlara olan güvenini yitirmesinden; kim bilir? Ankara’nın bir köyünden gelmiş. Yoksul mu yoksul… Gençler bir yorgan bir döşekle “büyük şehire” göç etmişler de onların peşinden sürüklenmiş buralara. “Bizim köyün bir geleneği var; ilkokulu bitiren çocuk hemen Ankara’ya yollanır” dese de, geldiğine pişman.
Ankara’nın orta yeri Kızılay… Başkent’in zengin yüzü… Ayağı kara lastikli, dizleri yamalı insanların hor görüldüğü yer… “Abi” diyor, “İlk Kızılay’ı gördüm burada da şaştım.” “Her yanı ışıl ışıldı. Bizim köyden bile büyük valla” dese de aslında hiç beğenmemiş Ankara’yı. “Biraz para kazanıp” köyüne geri dönmek, “malların peşinden koşmak” bir de derenin kenarında oturup kaval çalmak istiyor.
Burada poşet ve vendil satarak yaşamını kazanmaya çalışıyor. Günlük kazancı 1.5 – 2 milyon lira civarında. “Kazandığımın hepsi bana kalsa iyi”diyor hüzün dolu gözlerle. Amcasının oğlu, N. ile birlikte kaldıkları bekar evine 20 milyon lira ödemek zorunda olduğunu söylüyor. Kalanı ise yemeye ve köydeki ailesine… “Kendine hiç para ayırmıyor musu?” sorusunu ise, “Arada sırada 5 milyon lira ayırıyorum” diye yanıtlıyor. Bu para ile de dondurma aldığını ve lunaparka girebilirse çarpışan otoya bindiğini ifade ediyor.
Arkadaşları arasında iyi top oynadığını söylüyorlürmış. Ern büyük hayalinin, “bir gün ünlü bir futbolcu” olmak olduğunu öğrendiğimde, bu hayalin en az köye dönmek kadar önemli olduğunu anlıyorum, çocuk kalmış yanıyla.
Başını yastığa koyduğunda, o hayallerin sıcaklığı ile ısındığını anlıyorum buz gibi “bekarhane”sinde de elimden bir şey gelmiyor yazmak dışında. Bugünkü yokluğunun dayanılmaz acısına belli ki o hayallerin gücüyle dayanıyor…
*** ***
Sokaklarda kurt kanunu geçerli. Sokaklar acımasız. Güçlü olan kazınır, zayıf olanın şansı yok. Kitaplarda yazılı olanı okuyarak değil, yaşayarak öğrenmiş her halinden belli. Hatta yazılanlardan daha fazlasını. Hem de bu küçük yaşında.
Çok şey gördü, çok şey öğrendi sokaktan. Gücün birlikten doğacağını, “darda kalana yardım etmeyi, ihtiyacı olana para toplamayı ve delikanlığı” sokaklardan öğrendi. Kendine bir yaşam biçimi oldu. Geceleri sokağa çıkıyor, Ulus’ta değnekçilik yapıyor. Başkent’in karanlık yüzünü belki de en iyi o biliyor. Üçüncü sınıf gece kulüplerinde yaşanan dramları, ihaneti, kötülüğü, horlanmayı, aşağılanmayı… Hepsini biliyor da kendinde sakladığı bir iyi yanı var; yardımlaşma duygusunu yitirmemiş.
Sokakta çalışan hemşehrilerinin hamisi biraz da. Başı sıkışan ona gidiyor, derdine çözüm arıyor. Kendi köyünden gelen, sağa sola savrulmuş “çocuk emekçiler”in koruyucusu. Onların lideri… Ulus’ta onlara “Kara Cellat ekibi” denirmiş. Sahip olduğu, koruduğu çocuklara göre onun gelişi daha eski. Ailesiyle birlikte 5 – 6 yıl önce gelmiş Ankara’ya. Sebebini kestirmek zor değil; yoksulluk.
Geldiklerinde bir gecekondu kiralamışlar, önce aynı sofraya kaşık sallamışlar, yağı az çorbaya, pilava. Hem mutluluk, nhem hüzün paylaşılmış. Yalnız büyükyeri değil, kendilerine yani çocuklara da çalışmak düşmüş.
Önce “Atari salonlarına takılmış”, ardından değnekçilik yapmaya başlamış. Ailesiyle yollarını ayırdığında daha 12 yaşında imiş. Öyle kopmuş ki onlardan “Ne kadar kira ödediklerini bile bilmiyorum” diyor. Sonra da kendine yeni bir aile oluşturmuş. Kendi gibi sokakta yaşayan, sokakta çalışan çocuklar… Ardında da “bu ailenin başına” geçmiş.
“Yardıma ihtiyacı olana yardım ederiz, hastalanan varsa hep birlikte ilaç parası buluruz. Kavgadan kaçmayız ha… Bir ıslık çaldım mıydı, herkes toplanır” diyor ve hemen güçlü bir ıslık çalıyor. Bir anda dört çocuk birden yanımızda bitiyor.
Öğle yemeklerini yediği Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Gençlik Merkezi”ned çocukların düzeni ondan soruluyor.
Çilekeş olduğunu kimseye söyle(ye)miyor ama, duvarlara yazdığı yazılardan çektikleri bir nebze olsun anlaşılıyor. Başlatılmamış birn isyanı yaşıyor ama Yılmaz Güney’e hayranlığı da “yaşanmış isyanların hatırına.”
“Biz Yılmaz Güney gibi olamayız”derken umutsuzluğa değil de gerçeklere gönderme yapıyor. “Hiç olamayacak bir hayalin peşinden niye koşalım” Sanırım hayallerindeki mütevazılığı da oradan kaynaklanıyor. BMW alamayacağını bildiğinden, usulcacık” Murat 131” diyor…
Sokaklar ona gerçekçi olmayı öğretmiş. Delikanlığı ve gençliği ile şimdilik yenilmez… Kendini ise Mahsun Kırmızıgül’ün “Yıkılmadım ayaktayım” adlı parçasında buluyor.
*** ***
Annesi ile babasının kendisi kaç yaşındayken ayrıldığını bilmiyor. “Babam ‘Annen öldü’ dediğinde günlerce ağmaşıtım da üvey annem beni çok kötü dövmüştü” diyor. Tek hatırladığı beyaz önlüklü birilerinin bağırıp çağıran birini evden üzeri ışıklı bir arabaya bindirip götürdüğü. “Annemden kalan tek hatıra bu” diyor gözleri dolarak.
O da diğerleri gibi sokakta yaşıyor. Çünkü üvey anne dayağına katlanamamış artık. “Hergün dayak, hergün dayak… Ne yapsam suç. Ben de bir gün bastım küfürü, çarptım kapıyı çıktım evden” diyen sokak çocuğu, diğer arkadaşlarıyla daha mutlu olduğunu söylüyor. Babasını ara sıra sokakta gördüğünü ve hemen oradan uzaklaştığını söylüyor da yine de bir aile ortamı özlediği hissediliyor.
“Önceleri çekirdek satıyordum. Baktım az para getiriyor, ben de boyacılğa başladım” diyor. “Boya sandığını nasıl aldın” sorusunu ise “Çaldım” diye yanıtlıyor. Para kazanıyormuş ama yetmiyormuş. Bu nedenle ara sıra saf bulduklarını tırtıklıyor”muş… “Hırsızlıkta mı yapıyorsun” sorumu, “Herşeyi çalmam” diye yanıtladığında şaşırıyorum. Ve anlatmaya başlıyor:
“Ayakkabıya ihtiyacım olduğu zaman çalarım. Öyle çok pahalı ayakkabılar değil ama… Ulus’ta satılan ucuz ayakkabılardan alırım. İhtiyacım olmasa çalmam abi. Buna inan. Herşeyi çalarım ama birtek ekmeği çalmam. O nimettir çünkü. Ekmek alın teriyle alınmalıdır. Ben buna inanıyorum.”
Elbiseye ihtiyacın olduğu zaman ne yapıyorsun diye sorduğumda, “Gençlik Parkı’nın havuzunda bir sürü enayi yüzüyor. Onların elbiselerini alıp kaçıyorum. Üzerime olanları ben giyiyorum, olmayanları da arkadaşlarıma dağıtıyorum” diyor.Mekanı, Gazi Lisesi’nin arkasında bulunan hamam harabeleri… Orada ateş yakıp, yatıyormuş. “Kışın üşümüyor mu bu çocuk” diyorum içimden, anlamış gibi yanıtını hemen veriyor: “Abi, kışın kartonları altıma seriyorum, üstüme de bir karton ve bulduğum eski elbiseleri atıyorum. Fırın gibi oluyor valla.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder