Eski masallar, “Davul- zurna eşliğinde 40 gün 40 gece düğün yapılmış. Prensesle prens evlenmiş ve muratlarına ermiş” diye biterdi. Ardından gökten üç elma düşer, biri anlatana, biri dinleyene, biri de kimin başın başına düşerse... Artık eski masallar kalmadı, eski düğünlerde... Masallarda anlatılan yada Anadolu’da 5- 10 yıl öncesine kadar yapılan düğünlerin yerini basık düğün salonlarında yapılan tatsız tuzsuz merasimler hatta nikah salonlarında yapılan nikah törenleri aldı.
Eskiden hasat mevsimi sona erer, harman kaldırılır ve düğün telaşı başlardı. Öyle ya, harman kaldırıldığında, çocukların “baş göz edilme” zamanı gelmiş, “everilecek” çocukların düğünü için hazırlıklara başlanırmış. Eğer o yıl havalar iyi giderde, mahsul, bire on, bire yirmi verdimiydi en şanlı düğün yapılır; 7 gün 7 gece sürermiş düğünler. Yenilir içilir, davul- zurna eşliğinde halaylar çekilir, köyün iyi güreşenleri, güreşe tutuşurmuş. Davul- zurna çalanlara, özel ilgi gösterilir, karınları iyi doyurulur; daha iyi çalsınlar diye bahşişleri bol tutulurmuş.
İşte o zamanların düğünlerinin baş aktörü olan çalgıcılar, davulları, zurnaları, tefleri, kemençeleri ile “otuz iki kısım tekmili birden” gelip düğünleri şenlendirir, çaldıkça coşar, coştukça çalar, coşkusunu etrafına da yansıtırmış. Rivayet bu ya, Sıvas’ta yapılan bir düğünde, davulcu coşmuş, zurnacı coşmuş, düğüne gelenler coşmuş. Çaldıkça coşmuş davul- zurnacılar... Coştukça çalmışlar... Halay çekenler iyice coşmuş, halay çekerek Kızılırmak’a doğru gitmişler ve hepsi ırmağa düşmüş de birçoğu boğularak yaşamlarını yitirmiş.
Artık o davul- zurnacılar neredeyse kalmadı. Değişen yaşam koşulları onları da içinde öğütüp, yok etmeye çalışıyor. Her şeye rağmen, ellerinde bir davul bir de zurnaları kalmış olsa bile, bu işin ustaları bu gün de coşmaya, coşturmaya, düğünleri şenliğe benzetmeye hazır bekliyorlar. Yeter ki geleneklere uygun düğün / dernek kurulacak olsun.
Mekanları, Altındağ Belediyesi’nin önündeki kaldırımlar... Çoğumuzun gelip geçerken gördüğü bu esmer insanlar, yazları sabah 9’dan akşam 19’a kadar buradalar. Burada bekliyorlar müşterilerini, pazarlıklarını burada yapıyor, kaparolarını burada alıyorlar.
Bu doğuştan çalgıcıların yerini, “Memleket havalarıyla bir halay çekmeden düğün mü olur” diyenler biliyor yalnızca. Onlar hep aynı yerde bekliyorlar. Gelip de, “Düğünümüz var, şöyle iyi oyun havaları çalan, iyi halay çalan, iyi gelin ağırlaması bilen, şu yörenin havalarını bilen biri varsa” diyen birileri olursa diye akşama kadar bekliyorlar kızgın güneşin altında. Birisi de geldi miydi, yöresine göre hepsi birden öne çıkıyorlar ve en iyi kendilerinin çalıp söylediğini söylüyorlar. Düğün sahibini kim inandırabilirse artık o gün ekmek parası da, çorba parası da çıkmış oluyor. Evine yiyecek bir şeyler götürüyor.
Hepsinin, yanık tenlerine uygun “yanık havalar” çalmakta üstüne yok. Tamamı farklı yörelerin halay havalarını, gelin ağırlamalarını biliyor. Öyle “eften püften” değil ama, hepsi de “esaslı” çalıyor kendi yörelerini. Kırşehir havalarını çok iyi bilen biri kesinlikle bir başka yörenin düğünlerini kabul etmiyor. Bu kural yalnızca paraları olmadığı zaman bozuluyor ve düğün sahibine baştan söyleniyor.
Dedik ya hepsi birbirinden iyi çalıyor. Hepsi yıllarını vermiş bu işe, önce köyde sonra da Ankara’da devam etmişler. En eskisi 35- 40, en yenisi ise 10- 15 senedir davul ya da zurna çalıyor.
Kendi aralarında tatlı bir rekabet var. “Ben senden daha iyi çalarım, halayı daha iyi coştururum” tartışması sürekli oluyor. Bu da birbirleriyle yarışarak, daha iyi çalmalarına neden oluyormuş. Daha iyi çalmanın yaşa ve tecrübeye bakmadığına inanıyor hepsi, “Yetenekliysen herkesten iyi çalarsın” diyorlar.
Hepsi de çocukluktan başlamışlar davul, zurna çalmaya. Bu bir avuç insan için yaşam olmuş, çalgıya can vermek. Baba mesleği, “baba yadigarı” davulla zurnayla icra ediyorlar sanatlarını.
Hemen hepsi “yeni yetme popçulara” kafa tutuyorlar... “Hangisinde yetenek var” deyip, yeteneklilerse yarış yapmaya hazır olduklarını belirtiyorlar. “Kıymet bilen yok. O, kaset çıkaranlar gelsinler yanımıza” diyerek meydan okuyorlar ve “Zurnaya yetecek nefes hangisinde var” diye soruyorlar.
“Bağrımız çaldığımız havalar kadar yanıktır” diyerek birkaç örnek sunuyor hemen birisi. Ardından da anlatıyor: “Haftada iki düğüne gidersek, Allah bereket versin diyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmaya çalışıyoruz da, neredeyse üzerimizde yorgan yok gibi” deyip, sohbeti koyulaştırıyorlar.
İçimizi ürperten, yüreğimizi sızlatan türkülerimiz gibi her birinin sesi. Önce biraz çekingen davranıyorlar da, sohbet biraz koyulaşınca, biraz da güvenince bize, anlatmaya başlıyorlar. Hani, “bir dokun bin ah işit” derler ya işte öyle...
Herkes kendi derdini anlatma telaşına kapılıyor önce, geçim sıkıntısından, doğru dürüst iş bulamamaktan söz ediyorlar ilkin. Ardından sesler yükselmeye başlıyor. Yaz, kış açık havada beklemekten şikayetçi hepsi. Daha önceleri müşteri bekledikleri, yağmurdan, soğuktan korunarak sıcak bir çay içtikleri Salon 66 varmış, orası da kapanmış. Sigortalarının olamayışı ise ayrı bir dert.
Bir düğüne kaça gittiklerini, ne kadar para aldıklarını soruyoruz. Bu soruyla birlikte tartışma kendi içlerine dönüyor ve kızışıyor.
Kimine göre fiyatlar gerçek fiyatlardan yüksek söylenerek indirim yapılmalı, kimine göre ise gerçek fiyatlar söylenerek hiç indirime gidilmemeli. Aslında standart bir fiyatları da yok... “Yüksek fiyat verip indirim yapılmalı” diyenler gerekçelerini, ne fiyat verilirse verilsin pazarlık yapılmasına bağlıyor ve zararına işe gitmek istemiyorlar. Gerçek fiyatlar verilmeli diyenler ise biraz da röportajın etkisiyle olsa gerek, okuyanlar fiyatları pahalı bulup, buraya uğramazlık etmesin, diyorlar.
Haftada bir ya da iki düğün olursa ki, kişi başına düşen düğünün bu kadar olduğunu söylüyorlar, kaygıları anlaşılıyor. En sonunda herkes aynı noktada birleşiyor ve fiyatlarını açıklıyorlar. Düğünlerden 10 ila 40 milyon lira arasında ücret alıyorlar. Bu rakam 5- 6 saatlik çalmanın karşılığı. Ama bazen düğünler 3- 4 gün de sürüyor. Bu düğünlerin tarifesi pazarlıkla belirleniyor.
Kış gelip de soğuklar bastırdı mı, genellikle başka işlerde çalışıp para kazanmaya çalıştıklarını belirtiyorlar. Ayakkabı boyacılığı, pazarcılık, simitçilik gibi yine dışarıda, yine soğukta, karda,çamurda yapılan işler... Öyle ya kışın düğün sayısı az, hatta hemen hiç açık hava düğünü yok. Oradan biri atılıp, “Sanki kışın düğün yok da yazın var” diye itiraz ediyor.
“Düğün salonlarıyla birlikte bizim de devrimiz kapandı artık. Salonlarda çalınanı müzik diye dinliyorlar. Çalacaksın şöyle bir Misket havası millet gönlünce oynayacak” diyorlar ve ekliyorlar, “Milletin kulağının dibine çalacaksın Temürağa’yı, Yozgat Sürmelisi’ni ya da Madımak’ı. Millet o zaman oynadığının farkına varacak.”
Hepsi dertlerini, ellerindeki davul veya zurna ile anlatmışlar çocukluklarından beri. Hepsi de benzer bir dünyada doğmuşlar, benzer yaşamlar sürdürmüşler. Hemen hepsi köylerinde çobanlık yaparak “davar gütmüşler.” Zaten hepsi de yeteneklerinin farkına “davar güderken” farkına varmışlarda, bir gün ekmeklerini böyle kazanacaklarını düşünmemişler.
Nota bilgileri var mı diye yokluyoruz, hemen hepsi aynı yanıtı veriyor: “Nota neymiş. Bir kere dinlemek yeter bize. Hemen çıkarırız o türküyü yada halay havasını.”
Ekmek parası diyorlar ya, Ankara’da olan bütün eylemleri biliyorlar. Memur eylemi mi var, hepsi orada, işçi, öğrenci eylemi mi var davulunu, zurnasını alan koşuyor alana. Çalıyor, çalıyorlar... Eylemciler gönüllerinden ne koparsa bırakıveriyor davullarının üzerine, o günkü harçlıkları ya da yevmiyeleri çıkıyor. Bu nedenle gündemi de takip ediyorlar.
Bir de asker uğurlamaları ile Ramazan var para kazanabilecekleri. Celp dönemlerinde hemen hepsi Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’nin yolunu tutuyorlar. Hani yaşayan adetlerimizden biri ya askeri davul zurna ile uğurlamak. “Üç beş kuruş” da oradan kazanabilirlerse kazanıyorlar. Ramazan ayında ise daha öncelerden hepsi aralarında paylaştıkları mahallelere, semtlere dağılıyor. Bu yıl Ramazan’da birçoğu, soğuktan hasta olmuş da, ilaç parası bile kazanamamışlar.
Her biri en iyi davulcu da olsa, zurnayı en iyi onlar da çalsa, en yanık sesli onlar da olsa bir şey değişmiyor. Ekmek kavgası veriyor hepsi ve artık eski düğünlerin kalmayışına üzülüyorlar ve “Devletimiz bize sahip çıksın” mesajını iletmemizi istiyorlar
Eskiden hasat mevsimi sona erer, harman kaldırılır ve düğün telaşı başlardı. Öyle ya, harman kaldırıldığında, çocukların “baş göz edilme” zamanı gelmiş, “everilecek” çocukların düğünü için hazırlıklara başlanırmış. Eğer o yıl havalar iyi giderde, mahsul, bire on, bire yirmi verdimiydi en şanlı düğün yapılır; 7 gün 7 gece sürermiş düğünler. Yenilir içilir, davul- zurna eşliğinde halaylar çekilir, köyün iyi güreşenleri, güreşe tutuşurmuş. Davul- zurna çalanlara, özel ilgi gösterilir, karınları iyi doyurulur; daha iyi çalsınlar diye bahşişleri bol tutulurmuş.
İşte o zamanların düğünlerinin baş aktörü olan çalgıcılar, davulları, zurnaları, tefleri, kemençeleri ile “otuz iki kısım tekmili birden” gelip düğünleri şenlendirir, çaldıkça coşar, coştukça çalar, coşkusunu etrafına da yansıtırmış. Rivayet bu ya, Sıvas’ta yapılan bir düğünde, davulcu coşmuş, zurnacı coşmuş, düğüne gelenler coşmuş. Çaldıkça coşmuş davul- zurnacılar... Coştukça çalmışlar... Halay çekenler iyice coşmuş, halay çekerek Kızılırmak’a doğru gitmişler ve hepsi ırmağa düşmüş de birçoğu boğularak yaşamlarını yitirmiş.
Artık o davul- zurnacılar neredeyse kalmadı. Değişen yaşam koşulları onları da içinde öğütüp, yok etmeye çalışıyor. Her şeye rağmen, ellerinde bir davul bir de zurnaları kalmış olsa bile, bu işin ustaları bu gün de coşmaya, coşturmaya, düğünleri şenliğe benzetmeye hazır bekliyorlar. Yeter ki geleneklere uygun düğün / dernek kurulacak olsun.
Mekanları, Altındağ Belediyesi’nin önündeki kaldırımlar... Çoğumuzun gelip geçerken gördüğü bu esmer insanlar, yazları sabah 9’dan akşam 19’a kadar buradalar. Burada bekliyorlar müşterilerini, pazarlıklarını burada yapıyor, kaparolarını burada alıyorlar.
Bu doğuştan çalgıcıların yerini, “Memleket havalarıyla bir halay çekmeden düğün mü olur” diyenler biliyor yalnızca. Onlar hep aynı yerde bekliyorlar. Gelip de, “Düğünümüz var, şöyle iyi oyun havaları çalan, iyi halay çalan, iyi gelin ağırlaması bilen, şu yörenin havalarını bilen biri varsa” diyen birileri olursa diye akşama kadar bekliyorlar kızgın güneşin altında. Birisi de geldi miydi, yöresine göre hepsi birden öne çıkıyorlar ve en iyi kendilerinin çalıp söylediğini söylüyorlar. Düğün sahibini kim inandırabilirse artık o gün ekmek parası da, çorba parası da çıkmış oluyor. Evine yiyecek bir şeyler götürüyor.
Hepsinin, yanık tenlerine uygun “yanık havalar” çalmakta üstüne yok. Tamamı farklı yörelerin halay havalarını, gelin ağırlamalarını biliyor. Öyle “eften püften” değil ama, hepsi de “esaslı” çalıyor kendi yörelerini. Kırşehir havalarını çok iyi bilen biri kesinlikle bir başka yörenin düğünlerini kabul etmiyor. Bu kural yalnızca paraları olmadığı zaman bozuluyor ve düğün sahibine baştan söyleniyor.
Dedik ya hepsi birbirinden iyi çalıyor. Hepsi yıllarını vermiş bu işe, önce köyde sonra da Ankara’da devam etmişler. En eskisi 35- 40, en yenisi ise 10- 15 senedir davul ya da zurna çalıyor.
Kendi aralarında tatlı bir rekabet var. “Ben senden daha iyi çalarım, halayı daha iyi coştururum” tartışması sürekli oluyor. Bu da birbirleriyle yarışarak, daha iyi çalmalarına neden oluyormuş. Daha iyi çalmanın yaşa ve tecrübeye bakmadığına inanıyor hepsi, “Yetenekliysen herkesten iyi çalarsın” diyorlar.
Hepsi de çocukluktan başlamışlar davul, zurna çalmaya. Bu bir avuç insan için yaşam olmuş, çalgıya can vermek. Baba mesleği, “baba yadigarı” davulla zurnayla icra ediyorlar sanatlarını.
Hemen hepsi “yeni yetme popçulara” kafa tutuyorlar... “Hangisinde yetenek var” deyip, yeteneklilerse yarış yapmaya hazır olduklarını belirtiyorlar. “Kıymet bilen yok. O, kaset çıkaranlar gelsinler yanımıza” diyerek meydan okuyorlar ve “Zurnaya yetecek nefes hangisinde var” diye soruyorlar.
“Bağrımız çaldığımız havalar kadar yanıktır” diyerek birkaç örnek sunuyor hemen birisi. Ardından da anlatıyor: “Haftada iki düğüne gidersek, Allah bereket versin diyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmaya çalışıyoruz da, neredeyse üzerimizde yorgan yok gibi” deyip, sohbeti koyulaştırıyorlar.
İçimizi ürperten, yüreğimizi sızlatan türkülerimiz gibi her birinin sesi. Önce biraz çekingen davranıyorlar da, sohbet biraz koyulaşınca, biraz da güvenince bize, anlatmaya başlıyorlar. Hani, “bir dokun bin ah işit” derler ya işte öyle...
Herkes kendi derdini anlatma telaşına kapılıyor önce, geçim sıkıntısından, doğru dürüst iş bulamamaktan söz ediyorlar ilkin. Ardından sesler yükselmeye başlıyor. Yaz, kış açık havada beklemekten şikayetçi hepsi. Daha önceleri müşteri bekledikleri, yağmurdan, soğuktan korunarak sıcak bir çay içtikleri Salon 66 varmış, orası da kapanmış. Sigortalarının olamayışı ise ayrı bir dert.
Bir düğüne kaça gittiklerini, ne kadar para aldıklarını soruyoruz. Bu soruyla birlikte tartışma kendi içlerine dönüyor ve kızışıyor.
Kimine göre fiyatlar gerçek fiyatlardan yüksek söylenerek indirim yapılmalı, kimine göre ise gerçek fiyatlar söylenerek hiç indirime gidilmemeli. Aslında standart bir fiyatları da yok... “Yüksek fiyat verip indirim yapılmalı” diyenler gerekçelerini, ne fiyat verilirse verilsin pazarlık yapılmasına bağlıyor ve zararına işe gitmek istemiyorlar. Gerçek fiyatlar verilmeli diyenler ise biraz da röportajın etkisiyle olsa gerek, okuyanlar fiyatları pahalı bulup, buraya uğramazlık etmesin, diyorlar.
Haftada bir ya da iki düğün olursa ki, kişi başına düşen düğünün bu kadar olduğunu söylüyorlar, kaygıları anlaşılıyor. En sonunda herkes aynı noktada birleşiyor ve fiyatlarını açıklıyorlar. Düğünlerden 10 ila 40 milyon lira arasında ücret alıyorlar. Bu rakam 5- 6 saatlik çalmanın karşılığı. Ama bazen düğünler 3- 4 gün de sürüyor. Bu düğünlerin tarifesi pazarlıkla belirleniyor.
Kış gelip de soğuklar bastırdı mı, genellikle başka işlerde çalışıp para kazanmaya çalıştıklarını belirtiyorlar. Ayakkabı boyacılığı, pazarcılık, simitçilik gibi yine dışarıda, yine soğukta, karda,çamurda yapılan işler... Öyle ya kışın düğün sayısı az, hatta hemen hiç açık hava düğünü yok. Oradan biri atılıp, “Sanki kışın düğün yok da yazın var” diye itiraz ediyor.
“Düğün salonlarıyla birlikte bizim de devrimiz kapandı artık. Salonlarda çalınanı müzik diye dinliyorlar. Çalacaksın şöyle bir Misket havası millet gönlünce oynayacak” diyorlar ve ekliyorlar, “Milletin kulağının dibine çalacaksın Temürağa’yı, Yozgat Sürmelisi’ni ya da Madımak’ı. Millet o zaman oynadığının farkına varacak.”
Hepsi dertlerini, ellerindeki davul veya zurna ile anlatmışlar çocukluklarından beri. Hepsi de benzer bir dünyada doğmuşlar, benzer yaşamlar sürdürmüşler. Hemen hepsi köylerinde çobanlık yaparak “davar gütmüşler.” Zaten hepsi de yeteneklerinin farkına “davar güderken” farkına varmışlarda, bir gün ekmeklerini böyle kazanacaklarını düşünmemişler.
Nota bilgileri var mı diye yokluyoruz, hemen hepsi aynı yanıtı veriyor: “Nota neymiş. Bir kere dinlemek yeter bize. Hemen çıkarırız o türküyü yada halay havasını.”
Ekmek parası diyorlar ya, Ankara’da olan bütün eylemleri biliyorlar. Memur eylemi mi var, hepsi orada, işçi, öğrenci eylemi mi var davulunu, zurnasını alan koşuyor alana. Çalıyor, çalıyorlar... Eylemciler gönüllerinden ne koparsa bırakıveriyor davullarının üzerine, o günkü harçlıkları ya da yevmiyeleri çıkıyor. Bu nedenle gündemi de takip ediyorlar.
Bir de asker uğurlamaları ile Ramazan var para kazanabilecekleri. Celp dönemlerinde hemen hepsi Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’nin yolunu tutuyorlar. Hani yaşayan adetlerimizden biri ya askeri davul zurna ile uğurlamak. “Üç beş kuruş” da oradan kazanabilirlerse kazanıyorlar. Ramazan ayında ise daha öncelerden hepsi aralarında paylaştıkları mahallelere, semtlere dağılıyor. Bu yıl Ramazan’da birçoğu, soğuktan hasta olmuş da, ilaç parası bile kazanamamışlar.
Her biri en iyi davulcu da olsa, zurnayı en iyi onlar da çalsa, en yanık sesli onlar da olsa bir şey değişmiyor. Ekmek kavgası veriyor hepsi ve artık eski düğünlerin kalmayışına üzülüyorlar ve “Devletimiz bize sahip çıksın” mesajını iletmemizi istiyorlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder