"Bizden zenginler", "Kör gözlü dilenci badem gözlü çıktı", "Gündüz dileniyor gece villasında"... Yüzlerce haber okuduk haklarında. Herkes çalışırken onlar vergisiz para kazanıyordu. Hem de oturdukları yerden. Üstelik ekonomik durumları birçoğumuzdan daha iyi ve hiç de sanıldığı gibi aç kalmıyorlardı.
Kucaklarında yarı çıplak çocukları, sakat ya da sakat gibi görünen uzuvları ile insanların duygularını ne kadar sömürürlerse o kadar çok para kazanıyorlardı.
İnsanın sahip olduğu ve yitirdiğinde en çok acı duyduğu onurdu oysaki. Nasıl olur da insan, onurunu altına serip bütün gün üzerinde dilenebilirdi?
Oysa Anayasanın 5'inci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir sosyal devlet olduğu ve görevinin "kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak" olduğu açıkça yazılmıştı. O sosyal devlet vatandaşına iş sağlamalıydı... O sosyal devlet vatandaşına iyi bir eğitim vermeliydi... O sosyal devlet ki, vatandaşına sahip çıkmalı, dilendirmemeliydi... Olmadı... Olamadı...
Hani, anımsar mısınız? Eskiden televizyonların olmadığı, sinemaların ‘10 dakika ara’larında “Frigooo buuuuz!” nidalarının yükselip, çekirdeğini alanların film izlediği "siyah-beyaz" dönemler vardı. Yazlık sinemalar, kışlık sinemalar... Ama ille de küçük kaçamaklarla ya da ailecek gidilen sinemalar. Belgin Doruk'ların, Ayhan Işık'ların, Nebahat Çehre'lerin olduğu dönemler. Nasıl da ağlardık, zengin oğlan ve fakir kıza. Nasıl da acırdık oradaki kör dilenciye.
Yardım duygumuz gelişmiş, devletin sağlayamadığı "sosyal adalet"i vatandaş olarak biz sağlamaya çalışıyoruz ya! En nihayetin de toplum olarak eziğiz ya her şeye... Bu nedenle ağladık hep, bu nedenle üzüldük filmdeki dilenciye. Sosyologlar bu ‘ağlama faslı’nı, "Kendimize ağlıyoruz aslında. Acıdığımız aslında biziz. 'Bir gün bizde böyle olursak' korkusunu taşıyoruz” diye açıklıyorlar. Bu nedenle dilencilere verilen sadakaların aslında kendimize verildiği görüşünde birleşiyorlar.
***
Bakanlıklar'dan Kızılay'a doğru giderken şöyle bir etrafınıza baktığınız zaman görürsünüz: "Kör"ü vardır, "sakat"ı vardır. Kucağında bebesi, elinde tası, önünde kağıt kalemi ders çalışırken kağıt mendil satanıyla onlarca dilenciye rastlamanız olası. Her birine sorduğunuzda ayrı birer yanıt alırsınız, farklı hayat hikayeleri dinlersiniz. Ama bir yanıt var ki hepsinde ortak: "Geçinmek zor. Paramız yok. İşimiz yok".
Ne derece doğru bilinmez. Ama doğru olan bir şey var: Bir “devlet büyüğümüz” demişti ya hani: "Ben zenginleri severim..." Birçoğu kesinlikle "devlet"in sevmediği vatandaşlar. İstisnalar dışında iş bulamamışız, aş bulamamışız onlara. Eğitim verememişiz... Atalar derler ya hani: "Her ağacın kurdu kendinden olur". Bunlar da bizim kendi içimizden çıkardığımız "kurtlar", içimizi kemiren...
***
Aslına bakarsanız ayrı bir "zanaat" bu iş. Her türden, "32 kısım tekmili birden." Herkesin ayrı bir dilenme tekniği var. Herkes kendince oluşturduğu yöntemle dileniyor. Ama ana tema acındırma üzerine kurulu. Kim daha iyi acındırırsa kendine, kim daha iyi ‘hali vakti yerinde vatandaş’ların vicdanını sızlatırsa daha çok kazanıyor. Kim daha çok duacıysa, o daha çok para topluyor.
Bakanlıklar'dan Kızılay'a doğru demiştik... Meşrutiyet Yaya Geçidi'nde, yağan yağmura rağmen bir anne henüz iki aylık "bebe"sini almış kucağına; bir yandan emziriyor, bir yandan dileniyor. Çoğumuz acıyarak bakarız ona. Kucağındaki "sabi"ye acırız. Oysa hemen hiç kimse bilmez kocasının hurdacı kendisinin ev kadını olduğunu... Öğleden sonraları, ev işi bittikten sonra bir komşusuyla birlikte Kızılay'a inerek "piyasa yapıyor" kendi deyimiyle. İşler mi? "İyi Allah'a şükür. Günde 4- 4.5 milyon alıyorum" diyor.
Köprünün diğer ucuna doğru, hemen biraz ilerisinde gözleri görüyor mu belli olmayan bir çocuk, önüne koyduğu kalemleri satıyor. 12- 13 yaşındaki bu çocuğun önündeki mendile "gönlünüzden geçeni" bırakıyor, isterseniz bir kalem alıyorsunuz. İlkokula gidiyormuş Veli... Okul çıkışı gelip kalem sattığını söylüyor.
Tüp geçitten Milli Eğitim Bakanlığı'na doğru karşıya geçtiğiniz zaman yine kucağında çocuğu ile bir babanın el açtığını görürüz. Bu kez elinde bir gazete kupürü var, farklı olarak. Daha önce kendisi ile ilgili çıkmış olan bir haber bu. Böbrek hastası olduğunu, çalışamadığını anlatıyor bize. Kucağındaki çocuğun aç olduğunu ve karısının kendini ve çocuğu terk ettiğini söylüyor. İnandırıyor da hani. Neredeyse cebimizdeki bütün parayı çıkarıp önüne koyacağız. Yakasına taktığı kartta yazan hesaba para yatırılmasını istediğini ifade ediyor. Tam o sırada bir kadın koşarak yaklaşıyor ve bağırıyor: "Herif kaç, zabıtalar geliyor!" Kucağındaki çocuğu kaptığı gibi ters istikamette yok oluyorlar.
Güvenpark'ta ağaçların altına doğru ilerlediğimizde gözlerimize inanamıyoruz. İki kadın oturmuş, "hasılat" sayıyor. Görebildiğimiz kadarıyla "hasılat" iyi... Arada Dolar ve Mark da görür gibi mi olduk ne...?
Sakarya Caddesi'ne doğru ilerlerken yanımıza iki genç yaklaşıyor. Doğu illerinin birinden geldiklerini, iş bulamadıklarını, dilenmediklerini yalnızca ekmek arası helva veya peynir parası istediklerini söylüyorlar. İki gündür aç dolaştıklarını da sözlerine ekliyorlar. Ama ceplerinden de son zamlardan sonra fiyatı milyona yaklaşan sigara paketleri sarkıyordu hani.
Bir tarafta okul önlüğü ile mendil satanlar diğer tarafta bir sundurmanın altında kitap defter ders çalışanlar... Ne çok dilenci varmış... Ne kadar dilenci, o kadar yöntem!
Gözleri görmeyen birisi, koluna taktığı çocukla Dikmen dolmuş duraklarında kalabalığın arasına giriyor, "Allah razı olsun" diyerek elindeki tası uzatıyor. Uzattığı tasa birileri para bıraktığında adam hemen içinden alıp, cebe atıyor. Ama ille de tasın dibinde bir miktar bozuk para bırakıyor.
SSK İş Hanı önü veya çevresinde birkaç çocuk birden bacaklarınıza yapışıyor... Hepsi bir şeyler istiyor... "Abi Allah sevdiğine bağışlasın seni..." Hepsi birbirinden perişan...
Eğer bir de sizi yanınızda kız arkadaşınızla yakaladılarsa üçü beşi birden yapışıyor bacaklara... Zor kurtuluyorsunuz ellerinden.
Hastane önlerinde biraz daha iyi kılıkta olanlar var. Onlar zaten dilenmiyor (!), "bir dakika izin" isteyip mağduriyetlerini anlatıyorlar. Herkesin başına gelebilecek mağduriyetlerden söz ediyorlar... Taşradan eşini, çocuğunu ameliyat ettirmeye gelmiş, varını yoğunu harcamış, dönüş parası kalmamış mış... Niyeyse hep aynı kişiler oluyor bunlar...
Ramazan ayında ise bir de evlerimizin kapılarını çalıp "Hayırlı Ramazanlar" diyenler var. Tuttuğumuz orucun daha da sevap kazanması için kendilerine yardım edilmesini istiyorlar. Din bezirganlığı yani... Arada bir de elinde doktor raporu ile para isteyenler de oluyor kapıyı çalanlar arasında.
İşin kötüsü gerçekten yardıma ihtiyacı olanlar bunlar yüzünden o yardımlardan nasibini alamıyor. Herkes "yalancı çoban" gibi. Kime inanacağınızı, nasıl davranacağınızı şaşırıyorsunuz.
***
Zabıta ve emniyet güçleri ise oldukça dertli, dilencilerden. Anadolu Zabıtaları Birliği Vakfı (ANAZAV) Genel Başkanı Halife Özer yasaların yaptırım gücü olmadığını anlatıyor. "Yakaladıktan sonra geri bırakmak zorunda kalıyoruz" diyen Özer, yakalanan dilencilerin üzerlerinden yüklü miktarda para, döviz ve ziynet eşyası çıktığını da sözlerine ekliyor. Yakalandıklarında üzerlerinden en az 45- 50 milyon lira para çıktığını belirten ANAZAV Başkanı "Ellerindekileri alamıyoruz, bir tutanak tutup iade etmek zorundayız. Bıraktıktan birkaç saat sonra yeniden dilenmeye başlıyorlar" diyor ve ekliyor, "Bu toplumda kanayan bir yara aslında."
Ankara'da en çok Hacıbayram, Maltepe, Kocatepe camileri çevresinde, Tunalı Hilmi Caddesi, Sıhhiye, Ulus Heykel, Sakarya Caddesi, Kumrular Sokak, Demetevler 34'üncü Cadde, Yenimahalle Ragıp Tüzün Caddesi ve Siteler'de mesai yaptıklarını öğreniyoruz dilencilerin. Hafta sonu ise tatil yapıyorlarmış.
Ankara Büyükşehir Belediyesi Zabıta Müdürlüğü’nden alığımız bilgiler ise dilenenlerin daha çok kadın ve çocuklar olduğu, eşlerin veya babaların da bu parayı kahvehanelerde kumar masalarında yedikleri yönünde. “Mağazaya gidip alışveriş yapmadıkları ya da paralarını bankada muhafaza etmedikleri için daha çok kumar ve içkiye yatırıyorlar. Aslında topladıkları paralar çok önemli rakamlara ulaşıyor ama hiçbir şekilde yatırıma dönmüyor” diyen Büyükşehir Zabıta yetkilisi, bir seferinde bir dilencinin üzerinden bir milyara yakın para çıktığını ifade ediyor. Yakaladıkları dilencilerin daha çok kentin varoşlarından geldiğini belirten Büyükşehir Zabıtası, topladıkları dilencileri beş ile on saat arası tuttuktan sonra bırakmak zorunda kaldıklarını da sözlerine ekliyor.
***
Dilencilik insanlığın ilk günlerinden beri vardı. Bugün de var, yarın da olacak. Dilenme çeşitleri ne kadar değişse de ortak temanın acındırma olduğunu ifade etmiştik. Güçlünün varlıklının yanında, eğer varsa, acındırma duygusunu da harekete geçirip ondan bir şeyler koparabilmek amaç. Çalışmadan, üretmeden, vergisini ödemeden para kazanabilmek...
Biz, bu insanlara acıyıp, vicdanımızı rahatlatmak ve "sevap" kazanmak uğruna ellerine birkaç kuruş tutuşturduğumuz sürece, daha çok, "kör", "sakat", "kucağı çocuklu" avuç açan insanlar, kağıt mendil, kalem satan insanlar olacak ..!
Kucaklarında yarı çıplak çocukları, sakat ya da sakat gibi görünen uzuvları ile insanların duygularını ne kadar sömürürlerse o kadar çok para kazanıyorlardı.
İnsanın sahip olduğu ve yitirdiğinde en çok acı duyduğu onurdu oysaki. Nasıl olur da insan, onurunu altına serip bütün gün üzerinde dilenebilirdi?
Oysa Anayasanın 5'inci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir sosyal devlet olduğu ve görevinin "kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak" olduğu açıkça yazılmıştı. O sosyal devlet vatandaşına iş sağlamalıydı... O sosyal devlet vatandaşına iyi bir eğitim vermeliydi... O sosyal devlet ki, vatandaşına sahip çıkmalı, dilendirmemeliydi... Olmadı... Olamadı...
Hani, anımsar mısınız? Eskiden televizyonların olmadığı, sinemaların ‘10 dakika ara’larında “Frigooo buuuuz!” nidalarının yükselip, çekirdeğini alanların film izlediği "siyah-beyaz" dönemler vardı. Yazlık sinemalar, kışlık sinemalar... Ama ille de küçük kaçamaklarla ya da ailecek gidilen sinemalar. Belgin Doruk'ların, Ayhan Işık'ların, Nebahat Çehre'lerin olduğu dönemler. Nasıl da ağlardık, zengin oğlan ve fakir kıza. Nasıl da acırdık oradaki kör dilenciye.
Yardım duygumuz gelişmiş, devletin sağlayamadığı "sosyal adalet"i vatandaş olarak biz sağlamaya çalışıyoruz ya! En nihayetin de toplum olarak eziğiz ya her şeye... Bu nedenle ağladık hep, bu nedenle üzüldük filmdeki dilenciye. Sosyologlar bu ‘ağlama faslı’nı, "Kendimize ağlıyoruz aslında. Acıdığımız aslında biziz. 'Bir gün bizde böyle olursak' korkusunu taşıyoruz” diye açıklıyorlar. Bu nedenle dilencilere verilen sadakaların aslında kendimize verildiği görüşünde birleşiyorlar.
***
Bakanlıklar'dan Kızılay'a doğru giderken şöyle bir etrafınıza baktığınız zaman görürsünüz: "Kör"ü vardır, "sakat"ı vardır. Kucağında bebesi, elinde tası, önünde kağıt kalemi ders çalışırken kağıt mendil satanıyla onlarca dilenciye rastlamanız olası. Her birine sorduğunuzda ayrı birer yanıt alırsınız, farklı hayat hikayeleri dinlersiniz. Ama bir yanıt var ki hepsinde ortak: "Geçinmek zor. Paramız yok. İşimiz yok".
Ne derece doğru bilinmez. Ama doğru olan bir şey var: Bir “devlet büyüğümüz” demişti ya hani: "Ben zenginleri severim..." Birçoğu kesinlikle "devlet"in sevmediği vatandaşlar. İstisnalar dışında iş bulamamışız, aş bulamamışız onlara. Eğitim verememişiz... Atalar derler ya hani: "Her ağacın kurdu kendinden olur". Bunlar da bizim kendi içimizden çıkardığımız "kurtlar", içimizi kemiren...
***
Aslına bakarsanız ayrı bir "zanaat" bu iş. Her türden, "32 kısım tekmili birden." Herkesin ayrı bir dilenme tekniği var. Herkes kendince oluşturduğu yöntemle dileniyor. Ama ana tema acındırma üzerine kurulu. Kim daha iyi acındırırsa kendine, kim daha iyi ‘hali vakti yerinde vatandaş’ların vicdanını sızlatırsa daha çok kazanıyor. Kim daha çok duacıysa, o daha çok para topluyor.
Bakanlıklar'dan Kızılay'a doğru demiştik... Meşrutiyet Yaya Geçidi'nde, yağan yağmura rağmen bir anne henüz iki aylık "bebe"sini almış kucağına; bir yandan emziriyor, bir yandan dileniyor. Çoğumuz acıyarak bakarız ona. Kucağındaki "sabi"ye acırız. Oysa hemen hiç kimse bilmez kocasının hurdacı kendisinin ev kadını olduğunu... Öğleden sonraları, ev işi bittikten sonra bir komşusuyla birlikte Kızılay'a inerek "piyasa yapıyor" kendi deyimiyle. İşler mi? "İyi Allah'a şükür. Günde 4- 4.5 milyon alıyorum" diyor.
Köprünün diğer ucuna doğru, hemen biraz ilerisinde gözleri görüyor mu belli olmayan bir çocuk, önüne koyduğu kalemleri satıyor. 12- 13 yaşındaki bu çocuğun önündeki mendile "gönlünüzden geçeni" bırakıyor, isterseniz bir kalem alıyorsunuz. İlkokula gidiyormuş Veli... Okul çıkışı gelip kalem sattığını söylüyor.
Tüp geçitten Milli Eğitim Bakanlığı'na doğru karşıya geçtiğiniz zaman yine kucağında çocuğu ile bir babanın el açtığını görürüz. Bu kez elinde bir gazete kupürü var, farklı olarak. Daha önce kendisi ile ilgili çıkmış olan bir haber bu. Böbrek hastası olduğunu, çalışamadığını anlatıyor bize. Kucağındaki çocuğun aç olduğunu ve karısının kendini ve çocuğu terk ettiğini söylüyor. İnandırıyor da hani. Neredeyse cebimizdeki bütün parayı çıkarıp önüne koyacağız. Yakasına taktığı kartta yazan hesaba para yatırılmasını istediğini ifade ediyor. Tam o sırada bir kadın koşarak yaklaşıyor ve bağırıyor: "Herif kaç, zabıtalar geliyor!" Kucağındaki çocuğu kaptığı gibi ters istikamette yok oluyorlar.
Güvenpark'ta ağaçların altına doğru ilerlediğimizde gözlerimize inanamıyoruz. İki kadın oturmuş, "hasılat" sayıyor. Görebildiğimiz kadarıyla "hasılat" iyi... Arada Dolar ve Mark da görür gibi mi olduk ne...?
Sakarya Caddesi'ne doğru ilerlerken yanımıza iki genç yaklaşıyor. Doğu illerinin birinden geldiklerini, iş bulamadıklarını, dilenmediklerini yalnızca ekmek arası helva veya peynir parası istediklerini söylüyorlar. İki gündür aç dolaştıklarını da sözlerine ekliyorlar. Ama ceplerinden de son zamlardan sonra fiyatı milyona yaklaşan sigara paketleri sarkıyordu hani.
Bir tarafta okul önlüğü ile mendil satanlar diğer tarafta bir sundurmanın altında kitap defter ders çalışanlar... Ne çok dilenci varmış... Ne kadar dilenci, o kadar yöntem!
Gözleri görmeyen birisi, koluna taktığı çocukla Dikmen dolmuş duraklarında kalabalığın arasına giriyor, "Allah razı olsun" diyerek elindeki tası uzatıyor. Uzattığı tasa birileri para bıraktığında adam hemen içinden alıp, cebe atıyor. Ama ille de tasın dibinde bir miktar bozuk para bırakıyor.
SSK İş Hanı önü veya çevresinde birkaç çocuk birden bacaklarınıza yapışıyor... Hepsi bir şeyler istiyor... "Abi Allah sevdiğine bağışlasın seni..." Hepsi birbirinden perişan...
Eğer bir de sizi yanınızda kız arkadaşınızla yakaladılarsa üçü beşi birden yapışıyor bacaklara... Zor kurtuluyorsunuz ellerinden.
Hastane önlerinde biraz daha iyi kılıkta olanlar var. Onlar zaten dilenmiyor (!), "bir dakika izin" isteyip mağduriyetlerini anlatıyorlar. Herkesin başına gelebilecek mağduriyetlerden söz ediyorlar... Taşradan eşini, çocuğunu ameliyat ettirmeye gelmiş, varını yoğunu harcamış, dönüş parası kalmamış mış... Niyeyse hep aynı kişiler oluyor bunlar...
Ramazan ayında ise bir de evlerimizin kapılarını çalıp "Hayırlı Ramazanlar" diyenler var. Tuttuğumuz orucun daha da sevap kazanması için kendilerine yardım edilmesini istiyorlar. Din bezirganlığı yani... Arada bir de elinde doktor raporu ile para isteyenler de oluyor kapıyı çalanlar arasında.
İşin kötüsü gerçekten yardıma ihtiyacı olanlar bunlar yüzünden o yardımlardan nasibini alamıyor. Herkes "yalancı çoban" gibi. Kime inanacağınızı, nasıl davranacağınızı şaşırıyorsunuz.
***
Zabıta ve emniyet güçleri ise oldukça dertli, dilencilerden. Anadolu Zabıtaları Birliği Vakfı (ANAZAV) Genel Başkanı Halife Özer yasaların yaptırım gücü olmadığını anlatıyor. "Yakaladıktan sonra geri bırakmak zorunda kalıyoruz" diyen Özer, yakalanan dilencilerin üzerlerinden yüklü miktarda para, döviz ve ziynet eşyası çıktığını da sözlerine ekliyor. Yakalandıklarında üzerlerinden en az 45- 50 milyon lira para çıktığını belirten ANAZAV Başkanı "Ellerindekileri alamıyoruz, bir tutanak tutup iade etmek zorundayız. Bıraktıktan birkaç saat sonra yeniden dilenmeye başlıyorlar" diyor ve ekliyor, "Bu toplumda kanayan bir yara aslında."
Ankara'da en çok Hacıbayram, Maltepe, Kocatepe camileri çevresinde, Tunalı Hilmi Caddesi, Sıhhiye, Ulus Heykel, Sakarya Caddesi, Kumrular Sokak, Demetevler 34'üncü Cadde, Yenimahalle Ragıp Tüzün Caddesi ve Siteler'de mesai yaptıklarını öğreniyoruz dilencilerin. Hafta sonu ise tatil yapıyorlarmış.
Ankara Büyükşehir Belediyesi Zabıta Müdürlüğü’nden alığımız bilgiler ise dilenenlerin daha çok kadın ve çocuklar olduğu, eşlerin veya babaların da bu parayı kahvehanelerde kumar masalarında yedikleri yönünde. “Mağazaya gidip alışveriş yapmadıkları ya da paralarını bankada muhafaza etmedikleri için daha çok kumar ve içkiye yatırıyorlar. Aslında topladıkları paralar çok önemli rakamlara ulaşıyor ama hiçbir şekilde yatırıma dönmüyor” diyen Büyükşehir Zabıta yetkilisi, bir seferinde bir dilencinin üzerinden bir milyara yakın para çıktığını ifade ediyor. Yakaladıkları dilencilerin daha çok kentin varoşlarından geldiğini belirten Büyükşehir Zabıtası, topladıkları dilencileri beş ile on saat arası tuttuktan sonra bırakmak zorunda kaldıklarını da sözlerine ekliyor.
***
Dilencilik insanlığın ilk günlerinden beri vardı. Bugün de var, yarın da olacak. Dilenme çeşitleri ne kadar değişse de ortak temanın acındırma olduğunu ifade etmiştik. Güçlünün varlıklının yanında, eğer varsa, acındırma duygusunu da harekete geçirip ondan bir şeyler koparabilmek amaç. Çalışmadan, üretmeden, vergisini ödemeden para kazanabilmek...
Biz, bu insanlara acıyıp, vicdanımızı rahatlatmak ve "sevap" kazanmak uğruna ellerine birkaç kuruş tutuşturduğumuz sürece, daha çok, "kör", "sakat", "kucağı çocuklu" avuç açan insanlar, kağıt mendil, kalem satan insanlar olacak ..!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder